Etiketler
Akıl, Akıl yürütme, Özerk, Özerk insan, Özne, Bakış açısı, Bilinçli, Birey, Birey olmak, Düşünme, Düşünme süreci, Dinsel, Diyalog, Diyalog kurma, Dışsallık, farkındalık, Felsefi, Felsefi-Sosyolojik, Gelişim, Gelişim süreci, Hiçlik, içlemsel, içlemsellik, içlemsellik kaplamsallık, kaplamsal, kaplamsallık, Karşılıklı Bağımlılık İlkesi, Katılımcı, Kişilik, Kolektiflik, Kolektiflik süreci, Metafiziksel, Modern, Post modern, Rene Descartes, Sistemli düşünme, Sivil, Sosyolojik, Tanrısal, toplum, varlık, Varlık olmak, Varlık sorunu, Varoluş, Varoluş Felsefesi, Yaratıcılık, Yokluk, Yurttaş, Yurttaşlık, Yurttaşlık hakları, İçsellik
Merhaba, sevgili dostlar..! İşte yine birlikteyiz. Biliyorsunuz bir önceki görüşmemizde; düalitel çerçevede kaplamsal “toplum” ve onu oluşturan yapı taşları olarak içlemsel “birey” kavramlarından söz ederek, adeta yeni bir pencere açmış ve… sosyolojik bir bakış açısı kazandırmıştık İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK adlı bloğumuza..! Bugün yine -benzer bakış perspektifinden hareketle- “varlık” kavramını da işin içine katıp Felsefi-Sosyolojik bir söylem geliştirmek istiyorum sizlerle. Varlık olmak ile birey olmak arasındaki ayrımı gösterebilmek/ya da, bloğumuza konu olan İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK örüntüsünü daha da bir anlaşılır kılabilmek adına..!
Değerli dostlarım..! Felsefe alanında “Varoluş Felsefesi”nin ilk temellerini atan Rene Descartes’in (bir anlamda) kendinden daha ünlü olan “-Düşünüyorum, öyleyse varım!” sözleri üzerine kurduğu düşünce dünyası, ciltlerce sürebilecek bir tartışmanın konusu olabilir. Öyle ki, Descartes felsefesinin nirengi(yani, temel/ya da, en önemli) noktası olan “varlık” sorunudur.
“Varlık” ve (tam karşıtı olan) “yokluk/hiçlik” kavramları, insanların nesneleri adlandırma süreçleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Derinliğine inceleyecek olursak; Elle tutulup, gözle görülebilen (sonraları buna deneyle kanıtlanabilme şartı da eklenecektir) nesneler “varlık” olarak adlandırılırken, hiç var olmayan ya da metafiziksel çerçevede üç boyutlu dünyada görülmese de var olduğu düşünülen “yokluk” boyutu (ki bunun, dinsel ve tanrısal alan olduğu söylenilir) ile birlikte “varlık sorunu” yüzyıllardır felsefenin en merkezi tartışmalarından birisidir; hatta bununla da kalmayıp, +1 adım ötesinde felsefenin “varlık Sorunu”ndan doğduğu da iddia edilmektedir.
Descartes’in kendi felsefesinin temeli olan bu sözüyle dile getirmek istediği de tam bu noktada belirginleşir arkadaşlar..! Ünlü düşünür burada “özne” yani “ben”in altını çizmektedir. Fakat buradaki “özne/ben”, tamamıyla bilinçli ve dolayısıyla kendisinin farkında, kendisini bilebilen, varlık nedeninin farkına varmış olan bütünüyle özerk bir konumdadır. Bir diğer deyimle: İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK bağlamında, içlemsel olarak ilk gelişim sürecini tamamlamış bir yapıdadır..!
Bu “özne/ben”, hangi konumda olduğunun farkında olmakla kalmaz, -toplumsal yaşamın kaçınılmaz bir gerekliliği olan “Karşılıklı Bağımlılık İlkesi” doğrultusunda- aynı zamanda kendisini başkalarına karşı da bu konumda varsayar, onlardan kendisinin bu konumda olduğunu bilerek, göstererek ve uygulayarak davranmalarını ister.
Diğer taraftan; bütün bunlarla birlikte, yine İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK bağlamında etkin bir “varlık” olan “özne/ben”, (kaplamsal olması sebebiyle) olayların tam ortasında, tutarlı, bilinçli, bir başka “özne/ben”e asla indirgenemeyecek bir konumun ifadesidir. Kurguda anlatıldığı gibi, “-Düşünmüyorum.” dedikten sonra; kaybolan Descartes, aslında düşünmediğinden dolayı değil, düşünmeyip bir “varlık/özne/ben” olamadığından dolayı ortadan kaybolmaktadır. Çünkü “düşünme” (hele ki) “sistemli düşünme” yeryüzünde sadece insana has bir meziyettir. Descartes’e göre, yukarıda sıraladığımız “özne/ben”e ait özellikleri taşımayan bir insan asla “varlık” değildir, onlar “yokluklar/hiçlikler” dünyasına aittirler. En önemli “varlık” nedenini yerine getirmeyen insanların somutlukları da tartışmalıdır. Bu yolla Descartes insan öznesinin eleştirisini yaparken, kendi “varoluş” felsefesinde “varlık” olabilmenin şartlarını da ortaya koymaktadır.
Aynı bağlamda akıl yürütmeye devam edecek olursak, Descartes’in “özne”sini ya da “ben”ini günümüzde “birey” olabilmekle eş değer tutup, üst üste koyabiliriz. Bilindiği gibi, “özne” terimi kendisine oldukça yakın görülen “birey” teriminden bambaşka bir şeye karşılık gelse de, ikinci terim, insanın özgür olduğunu ve entelektüel bir eyleyen olması nedeniyle insanın düşünme sürecinin asla engellenemeyip, baskı altına alınamayacağını varsaymaktadır. Buna göre bireyi, bir düşünme sürecinin ürünü olarak görebiliriz. Birey/Descartes’çi felsefede “özne/ben” olarak doğulamayacağı ve “ben birey olacağım” ya da “haydi birey yaratalım” demekle birey de ortaya çıkarılamayacağı da bir sosyolojik gerçekliktir. Üstelik Batılı anlamda birey, bir “kolektiflik” sürecinden geçip “bireyselliğe” ulaşmış bir kişi anlamına gelmektedir. Bu birey, yurttaşa ve yurttaşlık haklarına inanan, bunları ön plana alan, katılımcı, sivil ve özerk bir insandır. Bu standartlar Batılı manada “birey” olmanın ön şartlarıdır..!
Bunları sıralayacak olursak: Kişilik, dışsallık, içsellik, yaratıcılık, yeniliklere açık olma, belirsizlik, sorun çözme yeteneği gibi bireyin doğuştan kazanıp biçimlendirdiği ya da sonradan kazanıp geliştirdiği özellikleri, tam anlamıyla “birey” (=özne=ben=varlık) olmak ya da birey olamamakla (=yokluk=hiçlik) ilişkili bir durumdur. Modern/Post modern dünyada “birey”, dokunulmazlık zırhı ile kaplı bir ikon gibidir. Bütün olumlu değerleri içerisinde barındırır. İşte bu noktada bir ayrım yapma gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu ayrımı da birey olmak ve birey olamamak şeklinde yapmamız gereklidir. Çünkü “birey olma” meselesi, belki de, bütün sorunların ana kaynağı bile olabilir.
Şimdi; kafamızda yavaş yavaş şekillenmeye başlayan düşüncelerimizi, yapacağımız ikili bir ayrım ile kısaca tablolaştırırsak, ortaya şöyle basit bir görüntü çıkmaktadır:
BİREY OLMAK | BİREY OLAMAMAK |
Sağlam bir kişilik yapısı | Bozuk kişilik yapısı |
Dışsallık | İçsellik |
Yaratıcılık | Olanı/olageleni tekrar etme |
Yeniliklere açıklık | Yeniliklere karşı direnç gösterme |
Sorunları çözme yeteneği | Sorunları yarına bırakma |
Diyalog kurma isteği | Tartışmayı tercih etme |
Kendine güven | Sürekli güvensizlik |
Evet, değerli dostlarım..! Yukarıda yaptığımız ayrımın ışığında şunları söyleyebiliriz ki, “-“Birey olmak” ile “birey olamamak” arasındaki korkunç farklılıklar, bireyin önemsendiği toplumları diğer toplumlardan ayırır. Dahası “birey” temelinde kurulan politik/eylemsel organizasyonlar, bu standardı yakalayamayan diğer organizasyonlara karşı sürekli bir üstünlük kurma durumundadırlar..!”
“Düşünen” kişi üreten, yani “var olan” biridir, “düşünmeyen/düşünemeyen” kişi “birey” olamadığı gibi, bütün üretim aşamalarının da dışındadır. O sadece düşünsel ve maddi olarak tüketir, bal yapmayan erkek arı gibidir. Descartes’in ünlü sözünü düşünce üretme mantığı çerçevesinde yeniden inşa edersek, şöyle söylememiz daha doğru olur sanırım: “-Üretiyorum, -ve hatta ürettiklerimi hayata geçiriyorum- öyleyse varım!”
Son olarak eklemek gerekirse: “Düşünen”, aynı zamanda üreten, yani “varlık” olan birey, bulunduğu ortamlarda çevresini değiştirebilen kişidir. O çevresini, gittiği her yeri uyandırdığı düşünsel şüpheler yoluyla değiştirebilir. Düşünmek, insan olduğunun bilincine varmaktır. Yazgıya baş kaldırmaktır, hayatını bir başkasının ellerine teslim etmek değil, bizzat sahiplenip kendi ellerine almaktır..!
NOT: Burada “düşünme”den kast edilen, her şeyi akıldan geçirme, sistemsiz bir beyin meşguliyeti değildir. Düşünme burada felsefi anlamıyla kullanılmıştır. Yoksa herkes düşünmektedir, fakat bu Descartes’in kullandığı manada bir “düşünme” değildir.