Etiketler
Akademik, Alice Kuantum Diyarında, Antikçağ, Çekirdek, Çekirdek Fiziği, Özel Rölativite, Baryon, bilim, Bilim Felsefesi, Budha, Cern, Demokritos, determinist, Determinizm, Doğa, Doğa Felsefesi, felsefe, Fenomen, Fizik, Fizik Yasaları, Fizikçi, Fotoelektriksel, Fotoelektriksel Etki, Foton, Görecelik Teorisi, Genel Rölativite, Hadron, Hologram, içlemsellik, içlemsellik kaplamsallık, Işık, Işık teorisi, kaplamsallık, Klasik Fizik, Kuantum, Kuantum Fiziği, Kuantum Mekaniği, lbert EİNSTEİN, Lepton, Leukippos, Max PLANCK, Mezon, Modern Fizik, Moleküler Biyoloji, Nötron, Nobel Ödülü, Pion, Proton, Psikolojik, Richard FEYMAN, Robert GİLMORE, Rutherford, Teknik, İsviçre
Merhaba, sevgili düşün dostları..!
Biliyorsunuz 20.yüzyılın başlarından günümüze kadar, özellikle son elli yıl içerisinde, bilimdeki gelişmeleri izledik ve sonuçlarından da (elimizden geldiğince) yararlandık hep birlikte..! Bu gelişmeler içinde özellikle fizik alanında kaydedilenler ise, bir devrim niteliğindedir adeta. Bu yeni bir çağın açılışı (yani klasik fiziğin bitip, modern fizik kavramının oluşması) çapında büyük bir değişimdir..!
“İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK” bağlamında; “-Bu elli yıl içinde, en önemli ve devrim niteliğinde olanlar ise; Özel ve Genel Rölativite yasaları, Kuantum Mekaniği, Hologram ve Moleküler Biyoloji alanında öne sürülen kuramlardır.” diyebiliriz rahatlıkla..!
Kuantum Fiziği (ve mekaniği) felsefeyle birlikte benim yoğun ve özel ilgi olduğu için de; bu yazımda konuyu felsefi açıdan da ele alıp, düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Kuantum olgusuna felsefi diyebileceğimiz farklı bir pencereden bakmış olmak düşünce ufkumuzun genişlemesinde bizlere yarar sağlayacaktır. Öyle değil mi.?!
Bu arada; konunun teknik (ya da, akademik) yönü kadar felsefi yönünün de çok zor ve tartışmayı tetikleyici nitelikte olduğunun bilincindeyim..! Bu nedenle konuya ilişkin ünlü bir-iki fizikçinin Kuantum Mekaniği hakkındaki düşünce ve söylemlerinden yola çıkarak, bu işin ne denli çetin bir ceviz olduğunu vurgulamaya çalışacağım. Deyim yerindeyse..!
İşte, size örnekler:
1- Bristol Üniversitesi Fizik Bölümü’nden Robert GİLMORE, “Alice Kuantum Diyarında” adlı yapıtının önsözüne şu sözleriyle başlar. “-20.yüzyılın ilk yarısında evren anlayışımız tümüyle alt-üst oldu. Eski klasik fizik kuramlarının yerini -dünyaya bakış açımızı değiştiren- Kuantum Mekaniği aldı. Kuantum Mekaniği, yalnız eski Newton’cu mekaniğin ortaya attığı düşünceleri değil; sağduyumuzla da pek çok uyuşmazlık içindedir. Yine de bu kuramların en şaşırtıcı yanı, fiziksel sistemlerin gözlenen davranışını önceden haber vermekteki olağanüstü başarısıdır..! Kuantum Mekaniği’nin bize saçma geldiği anlar olabilir. Fakat doğanın izlediği yol budur. Biz de buna uymak zorundayız..!”
2- İkinci fizikçi, Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü’nden Prof. Richard FEYMAN; Kuantum Mekaniği ile ilgili öğrencilere verdiği bir konferansta, konuya şöyle bir espri ile başlamıştır. “-Fizik yasalarının özelliklerini bilmek istiyorsanız, bu özel konunun anlatılması zorunludur. Bu zor olacak. Ancak gerçekte bu zorluk psikolojik. Kendinize sürekli “Ama bu nasıl olabilir..?” diye sormanızın yarattığı sıkıntıdan kaynaklanır. Sorduğunuz her soru, onu anlaşılır bir şeyler cinsinden görmek arzusunun dışa vurumudur aslında..! Ben de onu bir şeye benzeterek açıklayacak değilim. Yalnızca açıklayacağım..! Bir zamanlar gazetede “Görecelik Teorisi”nin sadece oniki kişi tarafından anlaşıldığı yazılmıştı. Hiçbir zaman öyle bir dönem olduğunu sanmıyorum. Onu yalnız tek bir kişinin anladığı bir dönem olabilir, çünkü daha kaleme almadan önce bu teoriyi fark eden kişiydi o. Ancak onun çalışmalarını okuyan birçok kişi Görecelik teorisini şu veya bu şekilde anladı. Buna karşın, kuantum mekaniğini kimsenin anlamadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu nedenle, anlatacaklarımı gerçekten anlamanız gerektiğini düşünerek dersi ciddiye almayın; Gevşeyin ve keyfini çıkarın.”
Örnekleri çoğaltabiliriz arkadaşlar!.. Bu, mümkün elbette..! Şunu söylemeliyim ki; burada beni yüreklendiren asıl nokta (aynen “İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK” ta olduğu gibi) kuramsal bilimlerin bir yerde felsefe ile iç-içe olduğu düşüncesidir..! Çünkü işleyişi açısından sistemin kendi içlemselliğinde; felsefi düşünce-bilimsel tezleri yaratır, deney ise kanıtlar. Bir bilim olarak felsefe bununla da yetinmeyip, “Nedir?” sorusu dahilinde konuyu sürekli irdeler..! Hiçbir şeyi son halini almışlığıyla kesin ve net olarak kabul etmez. (Dikkat: Yalnız buradaki kuşkuculuk Descartes Mantığı’yla karıştırılmamalıdır. Keza ikisi birbirinden farklı şeylerdir.) Bu görüş aynı zamanda bilimin de temelidir…ve biz buna “Bilim Felsefesi” diyoruz..!
Kuantum Mekaniği’nin öyküsü ise kısaca şöyle gelişmiştir sevgili dostlarım..! 1900 yılında kuantum teoremini ilk ortaya atan Max PLANCK oldu. 1905 yılında Albert EİNSTEİN fotoelektriksel etki konusunu gündeme getirdi. Bu konuda PLANCK’ın kuantum önermesinden yararlandı ve ışığın parçacıklara bölündüğünü savundu..! Hâlbuki Planck başta olmak üzere tüm fizikçiler ışığın dalga yayıldığını düşünüyorlardı. Sonuçta Einstein ışık kuantaları düşüncesini kullanarak fotoelektriksel etkiyi tamamlayan bir denklem kurdu. Adına da “Foton” dedi. Daha sonra foton kavramı kabul gördü. İşin ilginç yanı; EİNSTEİN, Nobel Ödülü’nü “Görecelik Kuramı”yla değil, ışık kuantasını önermesi sonucunda aldı..!
Işık teorisini çok daha gerilerden aldığımızda, ilk önceleri ışığın yağmur gibi, tüfekten atılan mermi gibi, bir parçacıklar, tanecikler sağanağına benzer şekilde davrandığı varsayılıyordu. Daha ileri araştırmalar sonucu bunun doğru olmadığı, ışığın gerçekte dalga gibi, örneğin sudaki dalgalar gibi davrandığı ortaya çıktı. Sonra 20. Yüzyılda, ışığın birçok yönden gerçekten parçacıklar gibi davrandığı izlenimini uyandırdı. Fotoelektriksel etkilerle bu parçacıklar sayılabiliyordu. Şimdi onlara “foton” diyoruz.
Zaman geçtikçe elektronların nasıl davrandıkları konusunda giderek artan bir şaşkınlık baş gösterdi. Dalga mı? Parçacık mı?, Parçacık mı?, Dalga mı?. Eldeki veriler ikisine de benzediklerine işaret ediyordu. Gittikçe artan kargaşada, 1925-26 yıllarında kuantum mekaniği için doğru denklemlerin bulunmasıyla çözüme kavuşuldu.
Diğer yandan kökenine indiğimizde şunları görürüz değerli dostlarım..! Hepimizin bildiği gibi atom sözcüğü Yunanca atomos “kesilemeyen” sözcüğünden gelmektedir. Bir çekirdek ve etrafında dönen elektronlardan oluşmaktadır. Çekirdekte ise proton ve nötron yer alır. Proton artı elektrik yüklüdür. Nötronun ise elektrik yükü yoktur. Elektron ise eksi elektrik yüklüdür. Proton Yunanca “ilk” anlamındadır. Işık elektromanyetik bir olaydır ve foton şeklinde kuantize olmuştur. Fotonlar tüm elektromanyetik etkileşmenin ” taşıyıcısı ” olarak davranırlar. Son yıllarda bulunan bir parçacık da PİON dur.
Bunun yanı sıra; Çekirdek fiziği atom altı parçacıklarını araştırır. Yeni bulunan bir parçacık da kütlesinin proton ve nötron arasında olması nedeniyle, Yunanca orta anlamına gelen “Mezon” denildi. Lepton “zayıf”, Hadron “güçlü” , Baryon “ağır” adlarını Yunanca’dan almaktadırlar. Bu gün için 100 ün üzerinde atom altı parçacığı bilinmektedir. Ne var ki; birçok parçacığın ömrü ise bir o kadar kısadır. Onları görebilmek için İsviçre’deki CERN gibi hızlandırıcı tünellerde, hız verilip ömürleri uzatılarak görülebilmekte ve filmleri çekilebilmektedir. 1970 yılına kadar bilinen ve ömürleri 10 üstü -20 saniyeden uzun olan 22 temel parçacık saptanmıştır.
Burada -hatırlatmak bağlamında da olsa- altı çizilmesi gereken bir önemli husus da şudur arkadaşlar..! Atom kavramı yeniçağların doğa bilimlerinden çok daha eskidir. Kökleri Antikçağ doğa felsefesine uzanan Leukippos ve Demokritos tarafından öğretilen maddeciliğin temel kavramıydı. Yine M.Ö.600’lü yıllarda Hint’li bilge Budha’nın, atom kavramı üzerine çok doğru ve geniş bir bilgi birikimiyle doludur.
Tekrar günümüze dönecek olursak eğer, Rutherford’un deneyleri, atomların sert ve parçalanmaz olmadıklarını, tersine içlerinde küçük parçacıkların hareket ettiği büyük boşluklardan meydana geldiğini göstermektedir.
Buna göre atom altı öğeler, ikili bir görünüme sahip, soyut varlıklar gibidir, onları bazen parçacık bazen de dalga biçiminde algılamaktayız. Einstein, ışığın ve genelde elektromanyetik ışınımın yalnızca elektromanyetik dalgalar halinde değil aynı zamanda kuantalar olarak da ortaya çıkabileceğini savunmuştur. Bunun sonucu olarak, atom altı düzeylere inildikçe tam olarak belirli bir kesinliğe sahip olunamadığı görülüyor. Yani atom altı bir fenomenin nasıl gerçekleştiğini hiçbir zaman önceden belirli bir kesinlikte bilemeyiz.
Heisenberg’in “Böylece modern fiziğin vardığı sonuçlar bizleri gerçeklik, uzay, zaman gibi temel kavramları yeniden tartışmaya zorladığından, modern düşünce tarzına böylesine yakınlaşma ve uyma çabası, bizleri sonuçlarını önceden kestiremeyeceğimiz yepyeni düşün aşamalarına götürebilir.” Yaklaşımı düşünce ufkumuzu açıp derinleştirmekte ve aynı zamanda bizleri yüreklendirmektedir. Heisenberg’e göre; Gerçeklik hakkındaki tasarılarımızın, en güçlü, en yoğun değişikliklere uğradığı alan kuantum teorisi alanıdır.
Burada bilinen bir gerçek var ki, o da şudur değerli dostlarım..! Kuantum mekaniğinin, belirsizlik ilkesi, Newton mekaniğini, dolayısıyla 19.yüzyıl bilim ve felsefesini temelinden sarsmaya başladığını görüyoruz. 19. Yüzyıl’ın düşünürleri bilim ve felsefede büyük atılımlar yaratan düşünceler ileri sürerken bile uyguladıkları mekanik prensipler nedeniyle “Determinist” bir görüş sahibidir.
Aynı bağlamda; “Doğanın ve kendi yaşamımızın geçmişten geleceğe tamamen önceden belirlenmiş olduğunu kabul eden bir dünya görüşü” olan determinizm, belirsiz bir dünyada belirlilik gereksinimini yaratır, klasik fizik de bunu bir’e-bir destekler.
Max Planck “En keskin bilimsel araştırmalar bile hayal gücümüzün yaratıcı yeteneği olmaksızın bir adım ileri gidemez.” “-Bir insan Nedensellik Yasasına aykırı şeyler üzerine bir kez olsun kafa yormazsa, onun uğraştığı bilimden bir zerrecik olsun yeni bir düşünce beklemek boşunadır” Der. Planck, rasyonalistler için de şu yaklaşımları dile getiriyor. “-Rasyonalistler en yukarıda, kendilerine mutlak görünen bir dayanağa, tanrıya başvurdular ve kendilerini ilgilendiren ana sorunlara buradan, tanrının kendisine yakıştırdıkları özelliklerden yola çıkmakla yanıt aradılar.” Başka bir deyişle, her felsefe sisteminde, sistemin yaratıcısında özel bir dünya görüşü yansıyordu.
Kuanta teorisinin Kopenhag yorumuna (bk. Ek-1) bazı fizikçilerin karşı çıktığını biliyoruz. Bunların en ünlüleri Einstein ve Schrödinger’dir. Belirsizlik kuramıyla, determinist görüşün atom altı fiziğinde geçersiz olduğu kanıtlanırken, bunun doğal sonucu olarak bir çok değer yargısı ile birlikte, kuramın temelinden sarsıldığını görüyoruz. Öyle ki, bunun kolayca kabullenilebilecek şey olmadığı başta Einstein olmak üzere din, felsefe ve bilim tarafından dirençle karşılanmış ve hala karşılanmaktadır. Einstein, olayların kapsamlı bir tanımının yapılması için yeterli belirleyici yanlarını tamamen olanaksız olduğunu görüşünü kabul etmiyordu. “Sevgili tanrı zar atmaz..!” cümlesi bu tartışmalarda ondan duyulan cümleydi.
Yine, yakın dostu Paul Ehrefest, Einstein’a bir gün dayanamayarak şunları söyler. ” -Einstein, senin adına utanıyorum. Çünkü yeni kuantum teorisine senin karşıtlarının görecelik kuramına karşı ortaya koydukları kanıtlarla karşılık veriyorsun.” Ama Eintein, kuantum teorisi fiziğin önemli bir dalı olduğunda bile görüşünü değiştirmedi.
Her şeye karşın Einstein’ın şu düşüncesini de paylaşmak yerinde bir davranış olacaktır. “İnsanın kendisi, doğasından gelen sınırlamalar ve yetersizlikleri olan kimliğinden özgür hissettiği anlar vardır. Böyle anlarda, küçük bir gezegenin bir noktasında, ebedi, anlaşılmaz olanın soğuk ama derinden etkileyici güzelliğine, hayretler içinde bakarak durduğunu hayal eder; yaşam ve ölüm içine akar ve ne evrim ne de kader yoktur, yalnızca var olmak vardır.”
Şimdi isterseniz bu kuramların maddeye getirdiği yeni bakış açılarına bakalım. Kuantum bilgisayarı tanımladı ve kuantum kuramının buna olanak verebileceğini ortaya koydu. Son yıllardaki çalışmalarla bir adım daha ileri gittik, kuantum hesaplaması iyice anlaşılır hale geldi. Ancak, bugün temelde nasıl yapılacağı bilinmesine karşın, kuantum bilgisayarını gözle görmek için henüz daha erken.
Konunun başında da belirtildiği gibi, zor olan bu değişimlerin düşünce kalıplarımıza etkileridir. Dogma dediğimiz ve insanının gelişmesini engelleyen bu çemberi kırmak ve küçüklüğümüzden bu yana beynimize işlemiş soyut kavramlardan kurtulmak çok zor. Bu saplantı bilim adamları için bile geçerli. Bertnant Russell, buna “AYDIN KÖRLÜĞÜ” diyor.
Tanrı kavramı mesela..! Binlerce yıldır, Evren-İnsan-Tanrı konularındaki çeşitli inançların, dinler ve mitoslar kanalıyla beynimize kazınması, belki de insanlığın en trajik yönüdür. Eski Mısır, Sümer, Hint, İyon ve Yunan düşünürleri, zaman akışı içinde bireyi, dolayısıyla toplumları derinden etkilemiştir. Bu gün bile bu düşüncelerin artıklarıyla dopdoluyuz. İnsanın doğası yeniden olandan, bilinmeyenden korku yönüne (güvence açısından) programlanmıştır. Belirli bir eğitim almış birisi için ise, bu mazeret geçerli olamaz. Burada izlenecek en doğru yol; konuyu “İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK” kavramının kendi sınırları dâhilinde ele almak olacaktır..!
Planck’a göre, Yeniçağ felsefesinin çoğu kez babası diye anılan Rene Descartes’da tanrı, doğanın akıl-ruhun tüm yasalarını kendi özgür iradesiyle yaratmıştı ve bu yaratıştaki amaç öylesine yüce ve uluydu ki, insan düşüncesinin onu tüm kapsam ve anlayışla kavraması olanaksızdı. Böyle olunca Descartes sisteminde mucizeye de yer vardı, esrarengiz olaylara da..!
Baruch Sipinoza’nın tanrısı ise buna tam karşıt olarak uyuşum ve düzen sağlayan bir tanrıdır. Evrensel fenomene öylesine müdahale eder ki, genel nedensellik bağımı ve yasası bile tanrısal bir niteliktir. Böyle olunca Sipinoza’nın evreninde ne rastlantı vardır ne mucizeye.
İnanç sistemlerindeki “Tanrı” kavramına son olarak “Leibniz”i örnek verebiliriz diye düşünüyorum. Leibniz’in tanrısı ise tüm evreni kendi yüce bilgeliğine yakışan bir ön plana göre bir bütün olarak korur. Teker teker her nesneye kendi özel etkinliğinin yasalarını daha baştan ve bir defasında aşılar. Böylece her şey öbür şeylerden bağımsız olarak ve kendi niteliklerine göre davranarak gelişir.
Evet..! Buraya kadar değindiğimiz oldukça safdil akılcılık karşısında İngiltere’den Emprist adı altında daha kuşkucu veya eleştirel davranan bir akım başlayınca, önemli bir ilerleme elde edildi. Bu akımın temel öğretisi, ruhumuzun doğduğu anda bomboş bir yazı tahtası gibidir. Onu işaretlerle dolduran şey sadece deneylerimizdir.
Deyim yerindeyse –konuya nokta koyan- son sözler yine Plack’tan geliyor sevgili dostlar..! “-Görüldüğü gibi ne kadar filozof varsa o kadar teori var. Böyle olunca da bir adım ileri gitmemize olanak kalmıyor.” Planck’a göre. Bir insanın kimi davranışları ilk bakışta hiç nedensiz, esrarengiz veya keyfi ya da kapris gibi gözükse bile, daha yakından incelendiğinde, bunların çoğu zaman koşullanmış davranışlar olduğu, nedenlerinin insanın karakter yapısında, o andaki duygusal durumunda ya da çevresinin özel koşullarında yattığını görürüz. Keza bu düşüncelerin aynı zamanda bizim felsefemiz olan İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK” ile de bir’e bir örtüştüğünü söyleyebiliriz..!
Geride kalan durumlar için de pekâlâ diyebiliriz ki nedenler bulmakta güçlük çekiyorsak, bu güçlük herhangi bir gerekçenin olmadığından değil, tam tersine durumun ayrıntılarına özgü bilgilerimizin noksanlığından ileri gelmektedir. Zira her davranış, yalnız ardındaki gerekçe tarafından nedensel olarak koşullanmakla kalmıyor, aynı zamanda kendisi de daha sonraki bir davranışın gerekçesi oluyor. Gerekçe ve davranışların birbirini ard arda etkilemelerinden böylece sonsuz bir zincir meydana geliyor. Manevi yaşantımızdaki bu zincirin her halkası, hem bir önceki hem de bir sonraki halkayla kesin nedensel bir bağlam içinde yer alıyor. (Hint düşüncesindeki KARMA anlayışı)
Tam bu noktada: “Peki dünyada kimse nedensellik ilişkisi diye bir ilişkiyi kavrayacak durumda olmadıktan sonra, bu tür ilişkilerden söz etmenin ne anlamı olabilir..?!” sonucu akla gelebilir. İşte nedenselliğin gerçek niteliği de özellikle burada su yüzüne çıkıyor. Evet, bu tür ilişkilerden söz etmenin anlamı vardır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi nedensellik transandantaldır, araştırmacının zihinsel yapısına bağımlı değildir. İnsanoğlunun bu dönemdeki zihninin en üstün zihin olmayıp, başka bir dönemde ya da başka bir yerdeki yaratıklar bizden çok daha gelişmiş bir zihne sahip olabilirler.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, arkadaşlar..! Günümüzün bilimsel bulguları ışığında tüm galaksilerin büyük bir hızla birbirinden uzaklaştığını ışık tayflarından biliyoruz. Genişleyen evrenle birlikte galaksilerdeki birçok yıldız yakıtını bitirip, kütlesine göre ya patlamakta ya da cüce yıldıza dönüşmektedir. Patlayan yıldızların tozundan da yeni yıldızlar oluşmaktadır. Habıl teleskopunun dünyaya gönderdiği görüntüler bunu kanıtlıyor.
Bu bir anlamda evrenin bir akış, değişim ve dönüşüm içinde olduğunun kanıtı olmaktadır. Hiçbir şey sonsuza kadar aynı kalamayacağı gibi, nasıl bir gelişme göstereceğini de bilemiyoruz belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz. İnsanın uzay-zaman içindeki yaşam süreci tıpkı bir kısım atom altı parçacıklarının ömrü kadar 10 üstü -20 saniye. Belki daha da az, çünkü bundan daha kısa ömürlü parçacıklar da var.
Bu nedenle, evren, nedensellik ve varoluş hakkında düşüncelerimizin değişebileceği gerçeğini unutmamak ve unutturmamak zorundayız. İnsan için birçok ölüm tarzı vardır. Birincisi biyolojik ölümdür. İkincisi saplantılar nedeniyle düşünmemekten doğan (düşünce) ölümüdür. Üçüncüsü ise hem ölüm hem ölümsüzlüktür, dostlarının belleğinden silinen gerçekten o zaman ölür. Ölümsüzlükse insanlığa kazandırdığı eserlerle oluşur. O nedenle Hermes-Toht 4600 yıl önce “İnsanlar ölümlü tanrılar, tanrılar da ölümsüz insanlardır. Bunlardan birisi olmak elinizdedir” demekle, düşüncesinin de ölümsüzlüğünü kanıtlıyor.
Heinz Pagels’in şu sözleri kanımca konuya yeterince açıklık getirip sonuca bağlamaktadır. ” Doğa kusur konusunda hiçbir şey bilmez. Kusur, doğanın insan tarafından kavranışıdır. Biz doğanın bir parçası olduğumuz ölçüde, biz de mükemmeliz, mükemmel olmayan şey insanlığımızdır. Kusursuzluk ve hata konusundaki kapasitemiz nedeniyle biz özgür yaratıklarız, hiçbir taş ya da hayvanın zevkine varamayacağı bir özgürlüktür bu. Hata olasılığı ve kuantum teorisinin ifade ettiği gibi GERÇEK BİLİNEMEZLİK OLMADAN İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜ ANLAMSIZLAŞIR. ZAR ATAN TANRI BİZİ ÖZGÜR KILMIŞTIR.
EK-1 KOPENHAG YORUMU
Kopenhag yorumu, genel olarak fizikçi Niels Bohr’un oluşturduğu kuantum mekaniği ile ilgili görüşler ve ilkeler dizisi. Makro ve mikro durumların ayrı fiziksel ilkelerle inceleneceğini belirtir. Fizikte bilincin (gözlemin) rolünü öne çıkarmasıyla bir devrim niteliğindedir.
Kuantum mekaniğinin başlıca sorunlarından biri, sonucun gözlemci tarafından öğrenilmesinden sonra mı, yoksa cihaz tarafından kaydedilmesinden sonra mı ölçmenin tamamlanmış kabul edileceğidir. Daha sonra da görüleceği gibi, kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumuna göre, ölçümün yapılmış olduğunun bilinmesi, gözlemcinin ölçmeden önce var olan bilgisel halinde değişiklik yapar. Yani, bilgi azalmasına neden olur. Gözlemcinin bilgisel halini, gözlemcinin ölçüm süreci sonunda edinmiş olduğu deneye dayalı bilgi belirler. Bu bilgi halleri, gözlemcinin bilgisel haline (öznel) bağlıdır. Bahsedilen ilişkiden dolayı, fiziksel gerçeklikte gerçekleşmiş bir hal ile gerçekleşeceği ileri sürülen hal arasına “öznel gözlemci” faktörü yerleştirilir. Bu öznellikten kurtulmak mümkün değildir.
Dünya iki parçaya ayrılır: kuantum varlıkları (olasılık dalgaları) ve klasik ölçüm araçları olan gerçek nesneler. Gerçek nesnelerle, sadece bir ölçüm sonucu bulunanlar gerçek kabul edilebilir. Bunun dışında gerçek hakkında hiçbir şey söylenemez. Elimize deney yapmak için bir atom aldığımızda ve bir süre sonra deneyi yapacaksak, atomun hazırlanmasıyla deneyin yapılması arasında geçen sürede, atom hakkında, şu ya da bu doğrudur demek mümkün değildir. Sadece atomu doğrudan gözlemlediğimiz/ölçüm yaptığımız zaman anında sistemde “çökme” oluştuğundan, ancak o durumdan sonra gerçeklikten bahsedebiliriz.
Kopenhag yorumu, mikro evrensel kuantum sistemleri ve makro evrensel ölçüm aletlerini ayırır. Başlangıçtaki olay veya cisim (elektronun yarıktan geçişi, foton ve ya atom) klasik kayıt aletleriyle ölçüm gerçekleşen zincirleme reaksiyonla sonuç sabitlenir, yani dalga fonksiyonu geri dönüşümsüz olarak çöker. Gözlemle ya da ölçümle görülen şey rastgele seçimlerin sonucudur. Olacak şeyler seçilemez. Olasılıklar ve ona bağlı belirsizlikler doğanın özünü oluşturur. Kuantum genlikleri farklı sonuçların olasılıklarını verir ve ne olacağı gözlem yapıldığı anda sabitlenir. Gelecek, geçmişteki belirli, “belirlenimci” kurallar tarafından tayin edilmez.
Ölçüm ifadesinden yola çıkılarak, gerçekleşeceği öne sürülen fiziksel halin teorik bilgisi Ölçüm ile sembolize edilebilir. Ancak bu teorik bilgi, “gözlemcinin bilgisel haline” bağımlıdır. Bilgisel hal öznel bir kavramdır. Gerçekleşeceği öne sürülen halin gözlemcinin ölçme ile edinmiş olduğu deneye dayalı bilgiye dayandırılması nedeni ile kestirim sürecinin “gözlemci bilgi halinden” kaynaklanan öznel bir yanı vardır. Bu nedenle, kuantum mekaniğinin Kopenhag yorumu yapılırken, yalnızca “Gözlemci kesin bir öznel gözlem yapmıştır” ifadesi geçerli olabilir. Kopenhag yorumunda öznelliğin dozu biraz artmıştır. Çünkü gözlemci ölçüm yaptıktan sonra, sistemin halini ψM yerine ψMx olarak betimler. Bu hal indirgenmesi olarak bilinen ölçüm sürecidir ve “gözlemcinin bilgisel halindeki değişiklik” olarak da adlandırılabilir.
Bir kuantum olayını, “ölçme aleti”, “ölçülen tanecik” ve ikisi arasındaki “etkileşme” sürecini kullanmaksızın tanımlamak mümkün değildir. Ölçüm sürecinde “ölçen” ve “ölçülen” şeylerin görevlerini ayrı ayrı tanımlamak mümkün olmadığından, Kopenhag yorumuna göre neyin ölçen, neyin ölçülen olduğunu ayırmak imkânsızdır. Bir nesne (ölçülen) – özne (ölçen) karışımı meydana getirir. Bu bir anlamda, özellikleri öğrenilen şey (ölçülen-nesne) ile bu dinamik özellikleri öğrenen şeyin (ölçen-özne) birbirine karışmasıdır. Bu durum Berkeley’in, idealizminin modern yansıması gibidir.