Etiketler

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

who-think-the-blue-man-doctor_manhattenYaşamak başlı başına bir sanattır. Yapılabilirliği dâhilinde insan açısından bakıldığında tüm sanatların en önemlisi, en zor, en çetrefilli (çok yönlü ve karmaşık) olanıdır hem de..! Çünkü bu sanatın özel araç ve gereçleri bulunmaz. “Beyin” ve “Yürek” birlikteliğini saymazsak eğer..! Bunlar da insanın bizzat kendisi ve bünyesinde barındırdığı potansiyel güçleridir zaten. Bu demektir ki; İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK bağlamında Yaşama Sanatı’nın içinde insan; hem sanatçı, (ama aynı anda) hem de sanatçının ürünüdür. Yani hem heykeltıraş, hem de taş!.. veya hem doktor, hem de onun hastasıdır..!

Bedensel anlamda “doğum” ile “ölüm” an’ları arasında geçen yaşam süresi boyunca (ki, biz buna “ömür” diyoruz.) insanın en önemli ödevi, kendi içsel güçlerinin ve iç potansiyelinin gelişmesine, ortaya çıkmasına, kısaca içsel doğumuna gayret etmektir. Bu; bilişsel çerçevede gerçekleştirilen, sürekli dinamizm temeline dayalı, daimi bir eylem halidir..! Zamansal kaplamsallığı -göreceli olmakla beraber- Olgunluk Dönemi’ne dek uzanan bu çalışmanın sonucu ve mükâfatı ise, insanın kendi gerçek kişiliğini elde etmesidir. İnsan kimliğinde bir kişinin doğası gereği farklı kriterleriyle genlerine işlenmişliğiyle elinde zaten var olan bu potansiyel güçleri ne dereceye kadar gerçekleştirdiği ve bilinci doğrultusunda ne kadarını kullanıma sunduğu, yani ödevini ne kadar başardığı, objektif bir değerlendirme ile hemen ortaya çıkar..!

Böylesi bir İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK paradigmasında: Kendini gerçekleştirmekte yetersiz veya başarısız kalan bir kimse; tıpkı ödevini yapmamış bir öğrenci gibidir. Ve onu (biraz da iyi niyetle) “tembel” ya da “başarısız” olarak nitelendirmek son derece mümkündür. O kişinin bir sürü zorluklarla mücadele etmek zorunda kalması ya da onunla birlikte diğer kişilerin ve herkesin de ödevini yapmamış olması gibi bahaneler ve mazeretler, bizim bu kararımızı değiştirmez. Çünkü insanın bir tek var olma nedeni vardır, o da kendini ve potansiyel güçlerini geliştirmesidir. Kendimizi düşünelim: bunu yapmayacaksak; hayatta olmanın/yaşamanın ne anlamı olabilir ki..?!  Bu bağlamda unutmayalım ki: “Kişiyi saran olumsuz koşulları görmek ya da anlamak, belki bizde acı veya üzüntü duygularının canlanmasına yol açabilir. Ama bu, o kişinin ödevini yapmamasını haklı göstermez. Bir insanı anlamak, onun her hareketini doğrulamak demek değildir. Bir insanı anlamak, onu koşulları içinde değerlendirmektir. Yoksa hiç kimse bir hâkim ya da tanrı gibi, bir diğerini yargılama hakkına sahip değildir.”

Sözün tam bu noktasında, konumuz olan İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK unsurunun derinliklerine inebilmek adına altını çizmek istediğim bir nokta daha var. O da şu: “…İnsancıl ahlak anlayışı da insanı, kendi fiziksel ve ruhsal bütünlüğü içinde ele alır. Bu anlayışa göre, insan, kendi kendisinin hedefi ve amacı olabilmek için, önce kendisini bilmek ve kendisi olmak kararını almalıdır. İnsancıl ahlak şöyle söyler: İnsan eğer canlıysa neleri yapması gerektiğini iyi bilir. Canlı olmak çalışkan ve üretici olmak, ayrıca kendi insanca güçlerini soyut bir takım hedefler yerine, kendisi, insan ve varoluş amacı doğrultusunda kullanmak demektir. Eğer bir kişi kendi ideallerinin ve varoluş amacının, kendisi dışında ( göklerde, geçmişte ya da gelecekte) olduğuna inanıyorsa, o kişi kendini ve gerçekliği dışarıda arar ve hiçbir zamanda onu bulamaz. Böyle bir insan, ömrünü mümkün olan her yerde kendisine cevaplar ve çözümler arayarak geçirir. Oysa gerçek kendisine öylesine yakındır ki: Cevap kendinde ve kendi içindedir.

İnsan, içinden gelen sese göre davranır ve böylece kendi özünü gerçekleştirerek, insan oluşunu ortaya koyarsa, dünya ile ilişkiye geçmiş demektir. O, artık yalnız, tek başına ve içine kapalı bir atom olmaktan çıkıp; çalışan, üreten ve yaratan bir birey olmuştur. Ve bu yolla, yaşamanın tek amacının, hayatın doğrulanması ve dolu dolu yaşanması olduğunu da anlar..! Korkular, anlamsızlık duygusu, güçsüzlük ve ölümden sonra ne olacağını bilememe gibi düşünceler, insanların çoğu için dayanılması mümkün olmayan bir ruhsal durum oluştururlar. Ama böylesi korkulara kapılan herkes, kendini huzurlu hissetme, hayatı sevme ve gelecekten korkmadan ileriye doğru adım atma şanslarını da yitirir.

İnsan, tarihsel çelişki ve çatışmalara karşı tepkide bulunma ve bunları kendi davranışları ile düzeltme imkânına sahiptir. Kendi varoluşundan kaynaklanan çelişki ve sorunları ise çözemez. Onlara karşı ancak değişik tepkiler gösterir. Bazen, süslenmiş ve güzelleştirilmiş olan sakinleştirici ideolojilere sığınır. Kimi zaman içsel huzursuzluğunu, aşırı bir aktivite (canlılık) ile aşmaya çalışır. Kendini, kendi dışındaki egemen güçlerin elinde edilgen bir araç haline getirip, özgürlüğün sorumluluğundan kurtulmak isteyebilir. Böylece kişiliğini ortadan yok ederek, huzura ulaşacağını sanır. Ama sonuçta yine huzursuz, mutsuz ve korku dolu olarak kalır.

Aynı bağlamda; insanın (açlık, susuzluk, uyku ve cinsel ihtiyaç gibi) hayvanla benzeşen ihtiyaçları önemlidir. Çünkü bunlar, vücudun biyolojik ihtiyaçlarından kaynaklanır ve eğer doyurulmazlarsa, insan üzerinde büyük bir baskı oluştururlar. Ama bu fizyolojik ihtiyaçların giderilmesi, o insanın zihinsel ve ruhsal olarak da sağlıklı olmasına yetmez. Böylesi bir sağlık için, insana özel ve insan olmak nedeniyle ortaya çıkan ihtiyaçların tatmin edilmesi gerekir. Bu tür ihtiyaçlardan en belli başlı olanları şunlardır: Bir yere ait olmak, yakınlık hissi, kökten ilişkiler yaşamak, insanlarla özdeşleşmek, davranışlarını ayarlayacak bir düşünce planına sahip olmak, fiziksel olanın ötesine ulaşma arzusu ve kendini verip, adayabilecekleri bir nesne bulmak. Önce varoluşundan kaynaklanan çelişki ve sorunlara her an yeni çözümler ve cevaplar bulmak zorunda oluş, sonra da evren, diğer insanlar ve giderek insanın kendisi ile daima yeni ve daha ileride bir bütünselliğe ulaşma çabası, her türlü psişik gücün kaynağını oluştururlar. Bu güç insanı motive ederek aktif olmaya yöneltir. Ama aynı kaynaktan beslenen insanın tutkuları, heyecanları ve korkuları da insanı engelleyici bir etki yaratırlar.

İnsan, diğer insanlar ve evren ile birlik içinde olduğu o ilk bütünsellik halinden ayrılıp, kendi bireyselliğinin farkına vardıkça, önünse iki seçeneğin var olduğunu görür. <ya içinden gelen sevgi ve üretici çalışma güçlerini kullanarak (yani kendini gerçekleştirerek) dünya ile bir olmaya çalışacak ya da özgürlüğünü ve kendi kişisel bütünlüğünü feda ederek, herhangi bir biçimde “güvensizlik içindeki bir asalak” olarak hayatını sürdürecektir.

“Canlı olmak” statik (yani durağan) değil, dinamik bir süreçtir, sevgili düşün dostları..! Fiziksel bir organizmanın kendine özgü güçlerinin varlığı, onların gerçekleştirmesini zorunlu kılar. Aslında bu varoluş ve gelişim dediğimiz olgu, bir ve aynı şeydir. Her organizma, kendindeki bu potansiyel imkânları değerlendirme, açma, geliştirme ve serpilme yönünde bir eğilim gösterir. Bu nedenle, insanca bir hayatın amacı, insanın kendi içsel güçlerini, insanın doğasına uygun olan bir biçimde geliştirmesidir.

Eğer bir insanın varoluşu, kendi çabaları ile olmuşsa ve o insan kendi ayakları üzerinde duruyorsa, böyle bir kimse kendini güçsüz hissetmez ve peşine takılacak ideolojiler aramak gereğini de duymaz. Bir insan kendi akıl ve sevgi güçlerini ne kadar geliştirirse, kendisi ve çevresiyle özdeşlik ve birlik duygusu da o kadar artar. Çünkü onun bu olgun kişiliği, kendi benliğinin meyvesidir ve herhangi bir toplumsal rol ya da statüden doğmaz. Böyle bir insan başkalarına ne kadar çok verir ve içsel bütünlüğü ile özgürlüğünü feda etmeden onlarla ne kadar ilişkiye girerse, görür ki; ortaya çıkan o insanca öz, herkeste aynıdır.

Hayatın anlamı ve amacı,  yoğun yaşamak, özgür olmak ve tam uyanık (dikkatli) halde bulunmaktır. Güçsüzlük duygusu ile birtakım çocuksu düşüncelerin peşine takılmadan, kendi sınırlı ama gerçek güçlerini tanıyıp, onlara ulaşmaya çalışmaktır. İnsanın hem dünyanın merkezi olacak kadar önemli, hem de bir ormandaki sinek kadar önemsiz olduğu gerçeğini ve çelişkisini kavrayacak olgunluğa ulaşmaktır. Hayatı sevmek ve buna rağmen ölümden korkmadan, onu kabullenmek becerisidir. Hayatla ilgili bizi ilgilendiren birçok soruya cevap bulamamak, ama bunca belirsizliğe rağmen, gerçeği böyle olduğu gibi kabul etmektir. Kendimizden bir parça olan düşünme ve hissetme özelliklerimizle, hem kendimizi biricik ve tek, ama aynı zamanda sevdiğimiz insanla, doğayla, diğer insanlar ve kısaca tüm evrenle bir ve aynı hissedebilmektir. Bizi kendi gerçek özümüze, ben’imize çağıran vicdanımızın sesini dinlemek ve onu izlemek ama bunu başaramadığımız zaman da, kendimizden nefret etmemektir.

Tek bir çözüm var: Gerçeğin gözünün içine bakmak. İnsan dünyada tek başına ve onun kaderine ilgisizmiş gibi duran evrenin içinde yapayalnız. İşte bu gerçeği görmek ve kabul etmek zorundayız. Ve bu sorunu insanların kendi başlarına göğüslemekten başka çareleri de yok. Bunu, onlar için çözecek doğaüstü bir güç de bulunmamakta. İnsan, kendi sorumluluğunu bilmek, bunu üstlenmek ve hayatına ancak kendisinin, o da kendi içsel güçlerini (sevgi, akıl ve üretici güçler) geliştirip, onların meyvelerini oluşturarak bir anlam verebileceğini, artık iyice anlamalıdır. Ama bu anlamlandırma olayı, insana bir güven ve bir kesinlik rahatlığı getirmez. Çünkü kesinlik arayışı, insanın kendisini geliştirmesini engeller. İnsana kendi güçlerini geliştirmek, güzelleştirmek ve meyve vermesini sağlamak imkânını veren, bilinmezlik ve belirsizliktir. Gerçeği korkusuzca algılayabilenler şunu görürler: hayata siz nasıl bir anlam veriyorsanız, o da size öyle gözükecektir. Üretici, geliştirici ve sevgi dolu yaşamakla, insan kendi hayatını da öyle kurmuş ve belirlemiş olur.

Evet! Sevgili dostlar..! Bir önceki yazımızda: İÇLEMSELLİK-KAPLAMSALLIK dahilinde günümüzün yaşam koşullarını da göz önüne alarak, -ola gelen çerçevesinde- yaşamda nasıl bir profil çizdiğimizi görmüştük. Bu yazımızda ise; bilgimizin yettiği ölçüde -olması gerekenden yola çıkarak- varlıksal anlamda yaşamın bize verdiği mesajları.. ve onu nasıl yaşamamız gerektiğinin altını çizmeye çalıştık naçizane..!

 Kaynak: www.cozumpsikoloji.com

Sevgilerle…

Ünal ATASOY